Kısa Öykü - Sıcak Bir Yaz Gecesi

in #edebiyat6 years ago

moon-182145_1920.jpg

Dolunayın Kırtepe’yi sarıya boyadığı bir Ağustos gecesi. Gökyüzünde saydam, tül gibi bulutlar sıcak ve nemli bir rüzgârın eşliğinde dansediyorlar. Ay Kırtepe’nin kalbura dönmüş top sahasına bir ışık sağanağı halinde dökülüyor.

Top sahasının ortasına bir sofra kurulmuş. Masada iki buğulu rakı bardağı, bir kola şişesi, özenle dilimlenmiş bir ekmek, beyaz peynir, salatalık turşusu. Süleyman içki bardağına her uzanışında göz ucuyla Recep abisine bakıyor. Adam yerine koyup içki masasına davet ettiği için içten içe minnettarlık duyuyor ona. Recep’in keyfi yerinde, atletinin eteğini göbeğinin üstüne çekmiş, bir eliyle içkisini içip, mezelerden atıştırırken, diğer eliyle karnını okşuyor. Bu sırada Recep’in oğlu Resul dalgın bir halde ayaklarını yere vurup ortalığı tozutuyor. Recep, Süleyman ve Resul’un gölgeleri top sahasında boylu boyunca uzanıyor.

‘Oğlum sallanıp durmasana kurtlu peynir gibi’ diyor Recep.

‘Ama baba’ diyor iç geçirerek Resul, arkasını getiremiyor.

Recep Süleyman’a dönerek ‘Anasına benzedi bu oğlan. Durduğu yerde duramaz. Sanırsın ki başı kesilmiş horoz’ diyor.

Süleyman birşeyler söylemesi gerektiğini düşünüyor, ama sözcükler bir türlü dilinin ucuna gelmiyor. Resul Süleyman’ın sıkıntısını seziyor.

‘Zar bulabildin mi çarşıda bugün?’

‘Buldum abi. Necipoğlu’nun dükkânında varmış. Dediğin gibi üç çift aldım. Bir çift pahalısından, iki çift ucuzundan’

‘İyi, iyi’ diyor Recep, mendilini cebinden çıkarıp ensesinde biriken terleri siliyor. Paketinden bir sigara çekip ağzına götürüyor. Sigarasını yakmak için çakmağa uzanırken gözü kale direklerinin çevresinde gezinen köpeğe takılıyor. Eski bir dostunu görmüş gibi seviniyor.

Sevgi yüklü bir sesle ‘Bak şu kerhaneciye sen’ diyor.

‘Resul, koş eve, anana söyle sana bir sandalye versin, kemikli etlerden de versin buzdolabından çıkarıp’

Resul soran gözlerle babasına bakıyor.

Recep gözlerini belertiyor, iskemlesine yaydığı vücudunu dikleştiriyor. ’Bak hala duruyor eşeoğlueşek, hadi koş’

Resul koşa koşa evin yolunu tutuyor. Süleyman şaşkın, Recep abisinden bir açıklama bekliyor. Recep hiç oralı olmuyor.

‘Anası uyumamış olsa bari. Hava karardı mı tavuk gibi girer yatar. Kocan işten yorgun argın eve gelmiş, iki satır muhabbet etsene. Akıl yok ki, ne konuşacak. Sen yabancı değilsin. İyi dinle söylediklerimi, sen sen ol, alacağın karıyı iyi seç. Recep abim demişti deme sonra.’

‘Ben zaten evlenmeyeceğim.’

‘Hadi lan, evlenmeyip de el alemin karısının, kızının başına bela mı olacaksın’

Resul’un yanaklarını al basmış. Başının üstünde taşıdığı sandalyeyle soluk soluğa yaklaşıyor.

‘Kemikler nerde?’

Resul babası için önemli bir iş görmüş olmanın gururuyla kemiklerin bulunduğu poşeti başının üstündeki iskemlenin destekleri arasından çıkarıyor. Recep iskemleyi alıp kare masanın boş kenarına özenle yerleştiriyor. Bu arada kemiğin kokusunu alan köpek ürkek adımlarla yaklaşıyor. Boz tüylü, aksak yürüyüşlü, mahzun bakışlı. Kuyruğu bacaklarının arasında umutla sallanıyor. Recep başını okşarken boynunu uysallıkla eğiyor. Recep kucaklayıp sandalyesine oturtuyor onu. Kemikleri boşalan turşu tabağına boca edip önüne koyuyor, poşeti pantolonunun cebine tıkıştırıyor ve yiyişini seyre dalıyor.

Köpek sandalyeyi ve masayı hiç yadırgamıyor. Tabağından bir kemik alıyor, başını gökyüzüne doğru kaldırıyor ve kemiği dişlerinin arasında bir leblebiyi öğütür gibi rahatça öğütüyor. Bir kemikten diğerine geçmeden önce yalanıyor, arka ayağıyla karnını kaşıyor, Recep’e ve yıldızlara muhabbetle bakıyor.

Resul’un gözlerinden uyku akıyor. Gözlerini babasının gözlerinden ayırmıyor. Ondan gelecek bir işaret, bir nükteli söz bekliyor. Süleyman abisi masada yokmuş gibi davranıyor. Süleyman’dan yana bakmıyor bile. Kola şişesini dibinde kalan son yudumu içmek üzere başına dikiyor. Babasının dikkatini çekmeyi umarak şişeyi sertçe masaya vuruyor.

‘Git, yat sen’ diyor Recep peynirin son parçasını ağzına götürürken.

Resul kararsız. Gecenin ilerleyen saatlerinde ilginç şeyler olabileceğini seziyor. Beri yanda babasının direktifi, uykulu gözleri... Kalkıyor, bir taşı hafif bir fiskeyle önüne alıyor, taşı ayağıyla eve kadar götürme hevesiyle, uzayan gölgesinin peşinden, eve doğru yürümeye başlıyor.

‘Eee Süleyman anlat bakalım.’

‘Ne anlatayim abi…Dünya hali işte’

‘Kendi kendime dedim ki sofraya oturduğumuzda, içtikçe açılır bu çocuk. Sense içtikçe aksine Salih kaptanın takası gibi yana yattın’

‘Aslında akşam kahvedeki çocuklar canımı sıktılar’. Suskunluğuna bir kılıf uydurduğu için içten içe seviniyor Süleyman.

‘Ne oldu ki oğlum, benden sonra topu topu yarım saat kaldın kahvede. Ben çıkarken ortada birşey yoktu’

‘Hani sen demiştin ya erken kapatalım bu akşam diye. Zaten saat sekizde üç masa kalmıştı. Kapatıyoruz beyler, toparlayalım oyunları dedim. Hilmi amcayla Ziya Bey hemen kalktılar. Beş dakikaya kalmadı Selami abinin masası da toparlandı. Ocağın önündeki masada dört delikanlı ben sanki hiçbir şey söylememişim gibi yeni oyuna başladılar. Hesapta çaktırmadılar ama alenen gördüm, yazbozun altını çizdiler, diğer sayfaya geçtiler. Kapatıyoruz beyler diye tekrarladım. Bu sefer daha sert bir sesle tabii. Selami abiyi o kadar sayarım, sözümü çiğnememiş, kalkmış, gitmiş, zibidiler hala oturuyor. Senin keyfine mi lan kahvenin saati, oyun bitince kalkacağız işte dedi biri. Cevap vermedim, itle it olmayayım dedim kendi kendime…’

Recep gözlerini sandalyesinde tatlı bir rehavetle oturan köpekten ayırıp Süleyman’a dönüyor. Anlaşılan anlatılanlar ilgisini çekmeye başlıyor.’Eeee’

‘Tezgâhta kalan üç-beş parça bulaşığı yıkadım, yerlere biraz su silktim, ortalığı süpürmeye başladım. Baktılar ki pabuç pahalı, hesabı ödeyip çıktılar. Müesseseye bir zarar gelir diye korkmasam kırardım ağızlarını ama neyse işte’

‘Boşver, benim de canımı sıktılar bugün, belediyeye ruhsatı yenilemeye gittim, bir hava, bir afra-tafra, ille ellerine üç-beş kuruş sıkıştıracaksın. Adamlarda adamlık kalmamış, efendilik, çelebilik şu hayvanda. Kimseden fayda yok sana bu dünyada. Ben de dahil, iyi dinle. Batsın bu dünya der ya şarkı. Yanlış, inanma. Dünya çoktan batmış’

Recep’in sözlerinin etkisinde bir süre konuşmadan oturuyorlar. Kırtepe’de uzaklardan gelen martı çığlıkları yankılanıyor . Mahallede bir evde bir çocuk ağlıyor.

‘Haydi kalk gidelim.’

Kalkıp şoseye doğru yürümeye başlıyorlar. Recep üç-beş adım sonra duraksıyor, geri döneceği sırada köpeğin peşlerinden geldiğini görüyor.

‘Kâmil, gel oğlum buraya’.

‘Kâmil miymiş abi köpeğin adı, önceden buralarda hiç görmemiştim’

‘Adını ben koydum, soyadını bulmak sana kaldı’

‘Erdem dayım vardı benim, çok severdim’

‘Sen iyice kafayı bulmuşsun Süleyman, ben diyorum Kemer Çarşısı, sen diyorsun serin dışarısı’

Rüzgâr şiddetleniyor, Kırtepe mezarlığını çevreleyen ağaçlar hışırdamaya başlıyor. Ay aydınlığına bir de yıldızların ışığı ekleniyor. Her yanı saran ışık seli altında bahçe duvarlarını, kedileri, kaldırımlara park edilmiş kamyonları ve çöp bidonlarının çevresinde dolaşan fareleri tüm ayrıntılarıyla seçebiliyorlar.

Şoseye birkaç adım kala bir dolmuş gelip önlerinde duruyor. Recep Kamil’i kucaklıyor, arabanın ön kapısını açıp, şoföre ‘Selamünaleyküm’ dedikten sonra onu ön koltuğa yerleştiriyor. Recep’le Süleyman arka koltuğa oturuyorlar. Köpek bir süre Recep’in bıraktığı gibi duruyor, sonra başını ön ayaklarının üstüne koyup uyumaya başlıyor. Dolmuşun koltukları ve ön konsolu sahte leopar kürküyle kaplı. Arabayı süren genç ara ara uykulu ve kayıtsız gözlerle yanında uyuklayan köpeğe bakıyor.

‘Delikanlı, kaç model bu araba?’ diyerek sohbetin kapısını aralıyor Recep.

Delikanlı şoför koltuğuna oyun için oturmuş bir çocuğu andırıyor. ’86 model abi, imalimiz da bir, adımız da. Köpek hasta mı?’

‘Sorma evlat, belli ki ölecek, limandan son bir kere denize sokalım da gözü açık gitmesin hayvan’

Delikanlı abartılı bir saygıyla ‘Allah sizden razı olsun’ diyor. Recep Süleyman’a bakıp bıyık altından gülüyor. İçki sersemi olan Süleyman böylesi bir şakaya ortak olmanın gururuyla canlanıp neşeleniyor. Arabanın mor iç ışıkları, aynasından, tavanından sarkan aksesuarlar yolcuların görüntüsüne gerçekdışı bir boyut katıyor.

‘Müsait bir yerde inelim Hacı Murat’

Limanın giriş kapısına doğru yürümeye başlıyorlar. Recep cebindeki kemik poşetini çıkarıp Kamil’in boynuna takıyor. Liman bekçisi yaklaşan ayak seslerini duyunca telaş içinde gömleğinin düğmelerini ilikliyor. Kulübenin duvarındaki çatlak aynada görüntüsünü kontrol edip kapıya çıkıyor.

‘Akşam şeriflerin hayrola Abdi Bey’

‘Sağ olasın Recep. Sen buralara uğrar mıydın?’

‘Ne rakı ateşimizi söndürdü, ne rüzgar. Yandık, piştik. Denize girip serinleyelim dedik’

‘İyi etmişsiniz. Sesinizi duyunca bizim müdürün uykusu kaçtı da teftişe çıktı diye telaşlandım. Kılığı düzelttim de çıktım’

‘Nasıl müdürmüş o gecenin yarısında padişah gibi teftiş yapan?’

‘Boş versene, cins adamın biri, biz tedbirimizi alalım da. Gözünüzü seveyim sol taraftan geçin mendirek tarafına. Lojmanın penceresinden görürse titizlenir bakarsın’

‘Ayıpsın Abdi Bey, emrin olur. Hadi iyi nöbetler’

‘Eyvallah’

Hurdaya çıkarılmış bir vincin ayakları arasından geçiyorlar. Bulutların ardında bir görünüp bir kaybolan ayın rehberliğinde gölgeleri sürekli yer değiştiriyor. Yine bir renk ve ışık cümbüşü. Ayak seslerini, denizin uğultusunu ve mendireğin arkasında patlayan dalgaların sesini dinliyorlar. Süleyman düşlerine dalıp gitmiş. Recep atletini çıkarıp omzuna atıyor.

moon-2762111_1920.jpg

Mendireğin neredeyse ortasına kadar yürüyorlar. Recep birden yakamozların yeteri derecede yoğun olduğuna karar veriyor ve pantolonunu çıkarıp yakamozların arasına atlıyor. Süleyman arkasından gıptayla bakıyor. Recep’in denize atladığı kayanın ucuna kadar yürüyor, ayaklarını denize doğru sarkıtıp oturuyor.

‘Kamil’i aşağı atsana’ diye bağırıyor Recep aşağıdan. Süleyman köpeği belinden yakalayıp denize doğru savuruyor. ‘Kâmil’ bu zorunlu atlayıştan hoşlanmıyor, başını ve kulaklarını denizin üstünde bir kral tacı gibi taşıyor. Recep yüzerek köpeğin yanına geliyor, arkadaşça kulaklarını çekiyor, başını suya sokup çıkarıyor. Süleyman uzak şehirleri, cesur kovboyları, deniz kızlarını düşünüyor, ünlü ve zengin olmayı hayal ediyor. ‘Kâmil’ çok geçmeden bir oyun oynanmakta olduğunu kavrıyor, keyifle havlamaya, kuyruğunu suya bir kamçı gibi vurarak ses çıkarmaya başlıyor.

Recep bir süre sonra midye çıkarmak üzere kayalıkların dibine dalmaya başlıyor. Her dalışta bir avuç midye çıkarıp köpeğin boynundaki torbaya koyuyor. Mendireğin ucundaki fener onlara ara ara göz kırpıyor.

’Kâmil’ yeniden huysuzlanmaya başladığında denizden çıkıyorlar. Recep üzerinde midye kızartmak için teneke arıyor. Bulamayınca vazgeçiyor. Süleyman gözlerinden yaşlar gelerek kusuyor.

‘Bu dünyanın nimetlerine doyulmaz, yeter ki adamlar adam olsun’ diyor Recep pantolonunu giyerken.

Süleyman yüzünü deniz suyuyla yıkıyor. ‘Şükürler olsun, midem rahatladı’ diyor.

Görseller: https://pixabay.com

Sort:  

Merhaba.

Yayınladığınız metin edebi metin kapsamında değerlendirildi.

#edebiyat etiketini kullandığınız için @edebiyat tarafından olumlu oy ve resteem aldınız. Başarılarınızın devamını dileriz.

Sevgiler.

Teşekkürler, çalışmalarınızda kolaylıklar dilerim.

To listen to the audio version of this article click on the play image.

Brought to you by @tts. If you find it useful please consider upvote this reply.

Gene size yakışır harika bir öykü ellerinize sağlık.

Teşekkürler🙃

This post has received votes totaling more than $50.00 from the following pay for vote services:

minnowbooster upvote in the amount of $53.92 STU, $91.01 USD.

For a total calculated value of $54 STU, $91 USD before curation, with approx. $13 USD curation being earned by the paid voters.

This information is being presented in the interest of transparency on our platform and is by no means a judgement as to the quality of this post.

Cok güzel ve akıcı bir yazı olmuş. Emeğinize sağlık. Devamını bekliyoruz @muratkbesiroglu

Beğendiğinize sevindim. Arşivden çıkan bir öyküydü. Yenilerini yazmaya başlamam gerekiyor artık.

Seslendirebilir miyim hocam beğendim açıkçası, ne dersiniz?

Elbette seslendirebilirsiniz, memnun olurum.

Coin Marketplace

STEEM 0.24
TRX 0.11
JST 0.032
BTC 61166.56
ETH 2987.63
USDT 1.00
SBD 3.71