ÖLÜMLE İKİMİZ

in #tr6 years ago

Bir gün ben ve ölüm karşı karşıya oturduk.,.
Ölüm ve ben, ikimizdik…
Bizden başka kimse olmadığından olacak, o ve ben, biz oluvermiştik…
Başbaşaydık, çok yakın durduk...
Burunlarımız birbirine değebilirdi, burunlarımız olsaydı eğer…
Bizdik…
Ölüm bana sordu; “Hazır mısın?”
“Hep hazırdım” dedim…
“Korkmuyor musun?
“Sanmıyorum”
“Ama insanlar ölmekten korkar”
“İnsanken ben de çok korkardım” dedim, “Hep korkardım”
Şimdi neden korkmuyorsun?
“Şimdi burnum yok…”
“Gitmek istiyor musun” dedi
Dedim “Hep merak etmişimdir.”
“Erken olduğunu düşünmüyor musun?”
“Bilmem, erken mi?”
“Dünyayı gördün mü?” dedi
“Gördüğüm kadarını beğenmedim”
“Gitmek istediğin bir yer yok mu, görmek istediğin bir nehir?
Yoktu...
“Ya bütün o güzel yiyecekler, şu anda çok acıkmış olmalısın”
Toktum...
“Okumak istediğin her şeyi okudun mu, bütün güzel şarkıları dinledin mi, dünyadaki bütün iyi fikirleri duydun mu?”
“Bin yıl yaşasam, bunu gene başaramam ki” dedim
“Şu güzel kıyafetlerden giymek istemez misin? O kolyelerden?”
“Bu hastane elbisesinin nesini beğenmedin?” dedim
“Fazla mavi” dedi; “Maviyi pek sevmem”
“Ben de” dedim; “En çok siyahı severim”
“Şanslısın” dedi, “Gittiğin yerde çok var”
Gözümü korkutmaya çalıştığını düşündüm,
Adı üstündeydi çünkü…
“Eh, peki o zaman” dedi, “Hazırsan gidelim”
“Tamam, gidelim…”
“Emin misin?” dedi
“Nasıl olunur?”dedim
“Yazı tura atalım” dedi; “Yazı gelirse gideriz, tura gelirse ben yalnız giderim”
“Tamam” dedim; parayı havaya attı, para beklediğimden daha yukarı fırladı.
Onu görmeye çalışırken, ışık gözlerimi kamaştırmış olacak, gözlerim yaşardı…
“Neyse ki hala gözlerim var” dedim; “Siyahı görebileceğim”
Para geri geldi, göstermedi bana ne geldiğini ve sordu;
“Sence hangisi?” dedi
“Bilmem ki” dedim; Yüzde elli için yakın gözlüğümü takacak değildim.
“Yazı” dedi; gidiyorduk…
“Tamam” dedim…
Dedi “Hiç üzülmedin mi?”
Hiçbir şey hissetmiyorum ki…
Beni itmeye başladı.
Soğuk, sert, metal bir şeyin üzerinde yatıyordum.
Başım yukarı dönüktü, sonsuz beyaz bulutlar ve o göz kamaştıran ışığın altında, bilmediğim bir yere doğru itiliyordum ve ellerim, kollarım bağlıydı.
Bu yetmezmiş gibi bir de burnum yoktu...Hala neden bu kadar önemsiyordum acaba burnumu?
Özlediğim kokular geliyordu aklıma belki, onları bir daha hiç koklayamayacak olmak.
Ölüm beni, o soğuk ve sert ve metal zemin üzerinde yatan, eli kolu bağlı ve hissiz ve burunsuz beni iterken, gözümün önünde yüzler belirmeye başladı.
Film şeridi dedikleri bu olsa gerek…
İnsan yüzlerinden oluşan bir film…
Ama onları bir daha göremeyecektim, çünkü siyah bir yere gidiyordum.
Sevdiklerim, sevmediklerim, kızdıklarım, kırıldıklarım, ağlatanlar, güldürenler, düşündürenler, güldürürken düşündürenler, bildiğim her şeyi bana öğretenlerdiler.

“Bu dünya ne zamandır var biliyor musun” dedi ölüm,
Dedim ki “Bilmem, öğrenmeye geliyorum, çabuk öğrenirim...”
“ Bu dünya ne kadar büyük biliyor musun?” dedi “Gözlerin hiç tamamını gördü mü?”
Dedim “Gideceksek gidelim, benle taşak geçme…”
“Şu koskoca dünya tarihinde ve şu koskoca dünya coğrafyasında yanyana düştüğün insanları beğendin mi?”

İşte o anda, önümdeki yemyeşil bahçeyi gördüm. Tanıdığım herkes orada ve çok şık giyinmiş bir şekilde benim gelmemi bekliyordu.
Orada benim için toplanmış olduklarını biliyordum.
Herkes, herkes gelmişti.
Dur bir dakika; ben bu sahneyi bir yerden hatırlıyorum…
Big Fish filminin final sahnesi değil mi bu?
Tam istediğim gibi bir uğurlama…
Çok şanslıyım be ölüm...

Aaa...İlkokul öğretmenin Gül Hanım değil mi o? Çok tatlı insandı...Daha beş buçuk yaşındaydım beni bulduğunda. En genç öğrencisi bendim galiba...Onun da hiç yaşlanmamış olmasına hayret ettim.

Nurten de var. Annesi Saadet Teyzeyle birlikte gelmişler…
Bir gün bana bir sakız veren Saadet teyze.
Bir sakız, evet; ama kırk yıl hatırı olan cinsten.
Hikaye şöyle; İlkokula yeni başlamışız. Pembo var o zaman, Tipitip var, en sevdiğim...Fakat teknoloji ilerlemiş, Big Babol çıkmış artık; “çalsın sazlar, patlasın sakızlar” çağı adeta…
Ben de evde talim yapıyorum sakızımla, pat, pat, çat çat…
Annem delirdi en sonunda, dedi ki; “Bir daha sana sakız alırsam, ellerim kırılsın.” Haydaaa...İşte o anda ilk karanlık dönem başladı hayatımda.
Millet sınıfta, mahallede iç içe beş balon patlatma seviyesine ulaşmış, ben annemin eli kırılmasın diye sakız paketine elimi sürmüyorum.
Vah bana…
Yıllar yılları kovaladı. Artık ortaokul çağına gelmiştik. Bir gün Nurten’lerde topu duvarda sektirip üzerinden falan atladığımız saçma sapan bir oyun oynarken, Saadet Teyze, elinde iki sakızla girdi odaya; “Alın size sakız vereyim” dedi.
Hani, insan ölürken çok susarmış ve şeytan da elinde bir bardak suyla gelirmiş ya, Saadet Teyze o şeytan işte...Sakız serap gibi parıldıyor önümde.
“Şimdi” dedim içimden “Bu sakız annemin parasıyla alınmadı. Saadet teyzenin parasıyla alındı. O zaman bence ben bunu çiğneyebiliriiiiim”.
Yumdum gözümü, açtım sakızı, attım ağzıma; vur patlasın, çal oynasın…
Fakat, hooop; o da ne?
Henüz ikinci gevişin sonuna gelmiştim ki aklıma bir kurt düştü; “Ya annem bakkaldan bir şey alırken verdiği para Saadet Teyzenin cebine girdiyse, o da o parayla sakız aldıysa, ve ya o sakız bu sakızdıysa, sonuçta aynı mahallede oturuyoruz, bakkalımız aynı, kasabımız aynı…” Vah bana…
Yıllar yılları kovaladı. Geceleri uyurken elleri yerinde mi diye kontrol ettim annemi yıllarca…
Bülent Ortaçgil “Eylül Akşamı” şarkısını yapmamış olsa, unuturdum belki zamanla ama, hiç unutmadım…
Bunu yıllar sonra anneme anlattığımda; “Aaa” dedi, “Öyle mi demişim, hiç hatırlamıyorum…”
Farkında bile olmadan yaptığımız bir çıkışmanın, bir insanın bütün hayatını etkileyebileceğini, bundan öğrendim…

Oooo...Nihal Hanım’lar da buradaymış, hoşgelmişler…
Nihal Hanım, Gül öğretmenden sonraki hocam.
Hani bir gün sınıfta, kimliğini okula getirmeyen öğrencileri tahtaya dizmişti.
Ben de vardım.
Hayret, iyi bir öğrenciyim ben, böyle şeyleri unutmam ama; alınacak dersim varmış demek. Neyse, tahtada dört erkek iki kızız.
Nihal hoca ilk oğlana sordu; “Nerde kimlik?”, yok…”Neden?”, “Unuttum”...
Vurduğu tokatın sesi öyle bir çınladı ki sınıfta, dedim “Ah, çok acımış olmalı”.
İkinci çocuğa geldi sıra...Çaaat!, bu seferki daha da gür inledi. Dedim…”Ama, biraz…”
Üçüncü ve dördüncü oğlan da aldı nasibini hedef şaşırmış öfkeden.
Felaket adım adım, tokat tokat bana doğru yaklaşıyor, kalbim ağzımda atıyordu.
“Nerde kimlik?” yok…”Neden?”, “Unuttum”... Çaaaat....
Vay anasını, bu benim hayatımda yediğim ilk tokat.
O kadar da acıtmıyormuş yersiz tokat, güzel…
Sıra geldi ikinci kıza; İlke’ye…
”Nerde kimlik?” yok…”Neden?”, “Unuttum”...
Gözlerimi kısıp İlke’nin yanağından çıkacak sesi beklerken, “Geçin, oturun yerinize çabuk” diye bir şey duydu kulaklarım.
Vay anasını, bu kulaklarımın duyduğu ilk adaletsizlik...Çaaat…

Neyse, yine de Nihal öğretmeni gördüğüme sevindim. Çünkü birazdan siyah bir yere gideceğim…

Zeynep, Zeynep nerede?
Bütün bunları o mu organize etmiş?
Bu kadar insanı buraya o mu toplamış?
Yapar, hiç şaşırmam...Zeynep her şeyi yapabilir…
Keşke bana bir burun da yapabilse...

İnsanlar, insanlar...
Yol boyunca karşıma çıkanlar…Hepsi de gelmiş...Hepsi de burada…
Babam da burada...Hayret, nasıl olur...Buraya nasıl gelmiş?

Yazmaya ilk başladığımdan beri, yazdığım her şeyi önce ona götürüyorum. Öylece, yazdığım gibi, hiçbir düzeltme yapmadan...Koşadraft...
En çok ona kızıyorum ama en çok da o beğensin, o gurur duysun, o alkışlasın istiyorum…
İnsanoğlu ne tuhaf mahlukat…
Bir gece babamda kalıyor sayfalar. Ertesi gün kırmızı kalemle imla hataları düzeltilmiş olarak geri alıyorum. “Noktadan sonra büyük harfle başlanır” falan gibi, bilmiyor olamayacağım kurallar ve belli ki acele ile yapılmış hatalar vurgulanıyor o kırmızı kalemle...Başka bir yorum yok, eleştiri yok, beğeni yok, paylaşım yok…
Vay be diyorum…
Zerre kadar ümidi yok benden…
Yıllar yılları kovalıyor…
Babam ölüyor…
Ve bana kendi babasından kalan, kullanmaya kıyamadan sakladığı, eski bir defter ve içinde bir not bıraktığını öğreniyorum;

“Oya;
Bu çok değerli şiir defterini, deden Kemal İybar, lise yıllarındaki şiir merakımı teşvik için, bana armağan etmişti.
O gün bugündür, kıyıp da içerisine bir şeyler yazamadım.
Büyük insanın anısına, itina ile sakladım.
Kağıt banknotlara ev sahipliği yaptı.
Sendeki şiir yazma merakı ve yeteneğini görünce, benden sonra emin ellere geçeceğini anladım.
Onu koru ve sakla, bizleri hatırla!
Senin ellerinde değerini koruyacağına inanıyorum.
Hoşçakal…”

Güle güle baba...Hatıranı uzun süre saklayamayacağım için üzgünüm. Çünkü ölüm birazdan beni götürmeye gelecek. Keşke ikimiz de hayattayken, sana layık birkaç satır yazabilseydim o deftere, ama görünen o ki, defter gene boş kalacak…

Hüzünlendim bak giderayak…
Güldürecek kimse yok mu?
Yeliz nerede?
Gezin nerede?
Ümit’le Firdo nerede?
Oradalar işte...Bir şeylere kıkırdıyorlar şu ağacın altında…
Ulan anlatın da biz de gülelim…
Bundan sonra hep bensiz gülecekler, çünkü ben birazdan şakaların artık duyulmadığı, siyah bir yere gidiyorum…

“Ölüm Bey, gideceksek gidelim, ben fena oluyorum”
“Acele etme, daha vedalaşmadığın çok insan var?”
“Ama vedalaşamıyoruz ki, onlar çitin arkasındalar, bense bu kapıdan giremiyorum…”
“Anahtarın yok mu?”
“Ceplerime bakabilsem, bakamıyorum ki; elim kolum bağlı ve üstelik burnum da yok…”
“Amma taktın burnuna, ağzın yok asıl ağzın…”
O anda anlıyorum neden burnumun olmamasına bu kadar takıldığımı; Ağzımın olmayışından kaçıyorum…
İyice bozuluyor moralim, “Haydi artık, gideceksek gidelim”
“ Anahtarını bulmak için ellerine, kollarına, burnuna ya da ağzına ihtiyacın yok. Senin anahtarın bir kelime...Düşün onu, ne olabilir?
“Bilmiyorum”
“Biliyorsun”
“Bilmiyor değilim, o kelime Bilmiyorum” dedim ve önümdeki kapı hemencecik açıldı.
Şimdi ellerim, kollarım bağlı değil.
Kalkıyorum o soğuk, o sert, o metal zeminin üzerinden ayağa…
Islak çimenlere basıyorum yalın ayak…
Burnumu yokluyorum elimle, yerinde…
Annem koşarak boynuma sarılıyor önce…
Sonra konuşabiliyor muyum diye anlamak için sesleniyorum bir isim…
Gelmiyor…
Didem diye sesleniyorum sonra; o geliyor…” Bak, diyorum; yoğum…” gülüyoruz…
Kaptanım da gülüyor…
Kardeşlerime sarılıyorum…
Teyzem ilk önce beni tanımıyor…” Benim diyorum teyzeciğim, hala benim….”
Öpüyor sonra burnumu…
Herkese herkese sarılıyorum tek tek…
Herkese tek tek teşekkür ediyorum…
Aynı tarihte, aynı coğrafyada buluşmaktan, aynı sahneyi paylaşmaktan mutluyum onlarla…
Biraz ağlıyorum...
Vakit, bir zamanlar çok lezzetli olan bir kahvenin acı telvesi gibi dibe çöküyor.
Arkama bakmaya korkuyorum…
Ölümün hala orada olduğunu biliyorum çünkü…
Birden bir sevgi kaplıyor içimi, bir cesaret doğuruyorum bundan,

Arkamı dönüyorum ve ölümün gözlerinin içine bakarak diyorum ki;

“Sen git...Ben bir süre daha, burada, dostlarımla kalmak istiyorum”

“Aferin sana” diyor ölüm; “Seninle gurur duyuyorum”...

Coin Marketplace

STEEM 0.27
TRX 0.12
JST 0.032
BTC 66041.52
ETH 3064.94
USDT 1.00
SBD 3.69